söz

Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam, laf, kavil.

20.12.07

24.10.07

Otosansür

Hükümetlerin halkı öfkeye iten, kışkırtan yayınları yasaklamaya hakkı var mıdır? Bugünlerde Türkiye'de bu konu tartışıladursun, ben en sonunda Hürriyet gazetesini hayatımdan çıkardım. Geç bile kalmışsın diyebilir birileri. Yine de benim kişisel görüşüm her görüşü benimseyen gazetenin okunması gerektiği. İnsan ne kadar sinir olsa da eğer kendini sadece fikirlerini paylaştığı yayınlara mahkum ederse başkalarının ne düşündüğünü, nereden beslendiğini bilemez bence. Hareket noktam budur yani. O yüzden en sağcı ve en solcu ve hatta en futbolcu gazetelere de değişen sıklıklarla bakarım. Bakardım. Bi de tabii internet çağındayız ve sinir olduğum yayınlara para ödeyip gelirlerine katkıda bulunmak zorunda değilim. Ama son geldiğim nokta H. G.ne internet reklam gelirlerini bile çok görme noktasıdır. İki-üç yazarı da ayrıca takip edip bilgisayarımı bu kirlilikten kurtarmak adına bugün hızlı erişimlerden çıkardım H.G.'yi. Çünkü cidden linkine her tıkladığımda kendimi daha da kirlenmiş hissediyordum. Flaş flaşlarla, şoooklarla, falancayı kocası dövmüş ana sayfa haberleriyle, en güzel çatallı mankenler galerileriyle boğazıma kadar kir pas içinde kaldım. O kirlilikte ne diğer gazetelerden farklı bi bakış açısı seziliyordu ne de vazgeçilmez bi tat. Böğüre böğüre, içim kalka kalka gezindiğim H.G.den kurtulmuş oldum. Keşke hepimiz kurtulsak bu toplu gaz borusu görevi gören illetten. Keşke erkek milletimiz anlasa arka sayfa güzellerini arka sayfada bırakan eski devirlerin nimetini, kadınlarımız anlasa keşke yapmacık magazinle beyinlerinin zehirlendiğini! H.G. demokrasimizin gladyatör meydanıdır ey ahali. Roma imparatorlarının halklarını kanlı oyunlarla uyutup bildiklerini okuması gibi H.G. de bizi magazin, ot ve püsürle oyalayıp kendi iktidarına koşmaktadır. Bazı bazı iktidara yaltaklanması, bazı bazı halkı iktidara karşı galeyana getirme çabası ama her halükardaki içerik eksikliği bundandır. Ne zaman adam oluruz diye köşe taşları koyar ya köşeliler bazen. Alın işte, daha az insan -ama her kesimden- bunlara pabuç bırakmadığında adam oluruz. Seni sildim H.G., beni bi daha arama!

Powered by ScribeFire.

2.10.07

47%How Addicted to Blogging Are You?

JustSayHi - A Free Dating Website



Powered by ScribeFire.



Bir an için sıkıcı günlük meselelerden uzaklaşmak ve kısıtlı vaktimizi tahammüden öldürmek için testlerle dolu bir site bu: http://www.justsayhi.com/bb

Ben hemen hemen tüm testlerde ortalama çıktım, kadavramın 4000 dolar ettiğini öğrendim ve yaklaşık 333 klozet kadar mikrop ihtiva eden bilgisayarımdan iğrendim.

26.9.07

Kesişim Kümesi

Son dönemde Türkiye'de bir ''mahalle baskısı'' langırtısı almış başını gidiyor. Yorumlar, onaylayıcılar, anti-tezciler gırla... Kimi Alev Alatlı gibi memlekette mahalle kalmadığını dolayısıyla baskısının da olamayacağını savunuyor, kimisi durumu genelleştirip bir değişimin habercisi addediyor. Ben konuya daha genel bir açıdan bakmak istiyorum ve de açıkçası bu işin sosyologlardan çok grup psikolojisi çalışanların alanına girdiğini düşünüyorum.

Türkiye'de ezelden beri iki grup var: şehirli elitler ve taşralı halk. Artık herkesin malumu olduğu üzere 1960lardan sonra bu iki kesim göç sonucu giderek daha fazla birarada yaşamaya başlıyor. Oluşan yeni orta sınıfın bazı bireyleri de ister istemez kesişim kümesinde kalıyorlar. Bu alandakiler genelde kentli kadın-erkek ilişkilerini benimsemiş, görünüş olarak modern (''daha iyi'' anlamında değil, sadece ''dönemin moda akımlarına uygun'' anlamında), ama dini ve örfi geleneklerine bağlı. Ne tür gelenekler? Büyüklerin elinin öpülmesinden, otobüste yaşlılara yer vermeye, Ramazan'da oruç tutup, vefat edenlerin ardından mevlüt okutulmasına, çocuklara diş buğdayı yapılmasından kandil geceleri ailenin biraraya gelmesine... Bu kesişim kümesi sınıf atlayan göçmen taşralılarla da büyümüştür kuşkusuz. Dolayısıyla kesişim kümesindeki kimi anneanneler sokağa başörtüsüyle çıkmışlar, pazara uzun kollularla gitmişlerdir. Kentteki muhafazakar alt kesimle elitist üst-orta sınıfın arasında kalan bu grup 80lere gelindiğinde büyür ve çeşitlenir. Artık bu tayfın bir ucunda giyim tarzı ve yaşam biçimiyle muhafazakar ama sosyal ilişkilerde daha açık bir alt grupla diğer ucunda dış görünüş olarak elitlere daha yakın ama onlardan muhafazakarlığa bakış açısıyla ayrılan bir başka altgrup bulunmaktadır. Siyasal olarak tam bir ayırım yapılamasa da bu kesişim kümesinin bir tarafının liberal sağcı, bireyci ve özgürlükçü; diğer tarafınınsa sosyal demokrat, toplumcu ve eşitlikçi olarak tanımlanabileceğini düşünüyorum.

Grupların üyeleri üzerinde yapabilecekleri baskı, biraz da üyelerin aidiyet duygularıyla ilgili... Bugün ''mahalle baskısı'' diye adlandırılan şey aslında ''grupiçi baskı'' bana göre. Yani kendinizi ait hissettiğiniz grubun sizi tanımlamak ve hizada tutmak için oluşturduğu belli başlı ölçütler. Aslında hepimizin beyninde pratik nedenlerden mikro gruplamalar var. Bir odaya girdiğimizde kendimize en uygun insanları bulabilmemizin yolu, onların hangi gruplara dahil olduğuna inanmamıza bağlı. En güzel örnek lise grupları... Amerikan filmlerinin bize empoze ettiği kadar derin çatışmalar olmasa da aralarında her lisede popülerler, inekler, metalciler, tiyatrocular, ağır abiler, grupsuzlar gibi gruplar vardır. Bu gruplar üniversite yıllarındaki bireyselleşmeyle dağılır ya da dönüşüme uğrar. Ne yazık ki, aynı şeyi toplumsal grup ve altgruplar için söylemek mümkün değil. Bu gruplara duyduğumuz aidiyet siyasal parti seçimlerimizden üyesi olduğumuz sivil toplum örgütlerine kadar her yerde, hatta sosyal internet sitelerindeki profillerimizde bile kendini gösteriyor. Eğer birey olarak grubun bizden beklemediği bir seçimde bulunursak o grubun iktidar gücüyle doğru orantılı olarak yularımız çekiliyor. Örneğin siz bir akademisyenseniz ve üst düzey bir bürokrat kızı ve aniden ''sizden beklenmeyecek şekilde'' dindarlaşırsanız, hakkınızda çeşitli hükümler verilebilir (mesela bu yöneliminizin samimi olmadığı gibi), grubun size sunduğu bazı ayrıcalıklardan mahrum kalabilirsiniz ya da gruptan dışlanabilirsiniz. Öte yandan dindar kesimden sesinizi yükseltip kadınlara yönelik ayrımcı politikaları eleştirir, ''yerinizi'' bilmezseniz bu sefer de sapkınlıkla suçlanır, sözüne güvenilmez kişi olur, davayı satmakla suçlanır ve yine dışlanan olabilirsiniz. Bu ana sosyal kümelerden iktidarı daha çok eline geçiren grup kuşkusuz kendi üyelerini daha bir sıkıya alacaktır. Peki diğer ana kümeyi de baskı altına alabilir mi? Kuşkusuz... Ama varlığını tehdit edecek derecede değil. Yıllar süren elit iktidarı, örneğin, muhafazakar kesimin sivri uçlarını törpüleyebilmiştir belki ama onu yok edemememiştir. Aynı şekilde güçlenen muhafazakar kesimin kendi içindeki çeşitlilik üzerinde daha yıpratıcı bir etkisi olacağını ama kemikleşmiş elit yaşam tarzını tamamen yutamayacağını düşünüyorum.

Gelelim kesişim kümesine... Olan yine arada kalanlara, arafta yaşayanlara oluyor. Varlık nedeni iki kesimden birine tam tutunamamak olan bu insanların tam bir grup bilinci yok. Yani onları toparlayacak, hayatlarına yön verecek, hazır bir yaşam rehberi bulunmuyor ellerinde. İki kesimden de arkadaşları var, içkili yerlere giriyorlar ama belki hiç içki kullanmıyorlar, düzenli ya da aralıklarla namaz kılıyorlar ama erkeklerle sosyal ilişkileri de var, başları açık ama yarı muhfazakar bir giyim tarzları var... Bir yandan hayat ilkeleri kesin çizgilerle belirlenmiş insanlara gıpta ediyorlar, bir yandan da iradelerini gruplara bağlamadıkları için daha özgür ve hatta biraz gururlular. Peki, ana sosyal kümelerden birinin politik/toplumsal gücünün arttığı ve kesişim kümesinin daralıp sınırlarının belirginleştiği durumda onların hali ne oluyor? Açıkçası girdikleri her ortamda tedirgin oluyorlar, hemen her yerde birilerinin kaşları kalkıyor, gözlerden okunan ''ne taraftasın'' sorusu, gündelik tartışmalarda sürekli ''öteki'' kampa konma korkusu yaşam alanlarını daraltıyor. Elitlere karşı oruç tuttuklarını, namaz kıldıklarını gizliyorlar; bunların yeni iktidara yaranma çabası olarak görülmesinden korkuyorlar. Muhafazakarlara karşı yeni iktidarın gücünden korktuklarını açıklayamıyorlar, paranoyak damgası yemekten çekiniyorlar, bazı bazı kapısında örtündükleri camilerde kalkan kaşların artık açık sataşmalara dönmesinden endişe ediyorlar. En çok da biraz daha yakın durdukları ana gruba itilme/çekilme ihtimalinden...

Bu ülkede grup baskısını duble gören kesişim kümesidir. En büyük tehlike de kesişim kümesinin daralmasıdır; çünkü ana gruplar ancak kesiştikleri noktalarda iletişim ve uzlaşma arayabilirler. Bunun sağlanması için sadece muhafazakarlar değil, elitler de grup baskısını törpülemeliler. Bu yapılabilir mi? O gerçekten meçhul. Kim bilir, belki bertaraf olan gerçekten bitaraf oluyordur.

Powered by ScribeFire.

18.9.07

Daraldım

Bunaldım, afakanlar bastı, fena çok fena oldum, oluyorum. Bir sırat köprüsünden geçiyormuşuz gibi geliyor, bir karabasandayız da milletçek uyanamayacağız sanki. Ki ben umudu hiç kesmedim yurdumdan, yolumuzu buluruz diye düşündüm. Ama artık mücrim gibi titriyorum baktıkça istikbalimize. Bi yanda aman da ne güzel tokalaşıyorlar, aman da temsil edilsinler denilen, milyonları temsil eden adamlar terörizmden kurtaramıyorlar yakalarını. Niheeeyt diye sıyrılıp şiddette karşıyız, ama biz de çok çektik, artık insan meydanında insan gibi konuşarak çözüm arayacağız demiyorlar, diyemiyorlar. Öte yanda bi şişgöbek gereksiz insan tutup bir cinayeti öven ve yenilerini muştulayan bi türkü söylüyor. Bi şair müsveddesi -ki şair, en çok hisseden adam olması icap eden, en duyarlı ve duyarlıklı insandır tanımlamasından yola çıkıyorum- önce öyle demedim deyip sonra da sahipleniyor ortaya saçılan rezaleti, ne var diyor pervasızca... En kötüsü binlerce insan hak veriyor o şiirin sözlerine. İyi ki de vurmuşlar sırtından bir yazarı, yazılarını hiç okumamış, doldurulmuş çocuklar diyorlar. Ve de bu insanlar bizimle oruçlarını bozuyorlar şu dakika... Bazen Allah'ın bize karşı fazlasıyla sabırlı olduğunu düşünüyorum, fazlasıyla affedici... (tövbe tooovbe) En en en kötüsü üniversiteye giden, yani topluma ışık olacak, herşeyi tartışabilecek, beyinleri böyle gepegeniş salon salomanje olması gereken adamlar tutup dramatize ediyorlar kafalarındaki hastalıklı cinayet anını... Benim içim yanıyor. Böyle avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, mahkeme yollarında yuhalamak istiyorum bu zevatı, bu filmi çeken çocukları omuzlarından tutup silkelemek silkelemek, kafalarını gerçek kanın, gerçek et parçalarının, gerçek sevgili-baba kaybetmişliğin yürek çukuruna gömmek istiyorum. Aynı şeyi hem de aynı delilikle mecliste terörü yalanlayanlara, yakalarını şiddetten kurtaramayanlara da yapmak istiyorum. Beri yanda ''mahalle baskısı'' gözümüzü korkutuyor. Yok, daha doğrusu bi senaryonun olabilirliği göz korkutan. Kızlar, kadınlar nasıl isterlerse öyle giyinsinler istiyorum, okusunlar, ayrılmasınlar istiyorum tüm vicdanımla ve sol taraftan vuran refleksimle. Biliyorum benim tanıdığım insanlar da başkalarının özgürlüklerini savunacaklar, eminim. Ama... Aması var işte. Beynimin bi köşeciği bazı semtleri, bazı şehirleri, bazı durumları çağırıyor. Tam da mahallenin baskın olduğu yer ve durumları. Dillendirmemek için debelendiğim senaryo şöyle bişey: türban serbestisi geliyor, birkaç ay veya yıl içinde benim tanıdığım insanları temsil etmeyen ve olaylara sadece skor açısından bakan, fikri kökenleri cinayet veya terörü övenlerle bir bi grup bi üniversiteye başı açık bi hatunu almıyorlar, laf atıyorlar, pis bakıyorlar, kız da gidip arkadaşlarına söylüyor, çıkan olaylarda masumiyetimiz ölüyor. O dakikada ''ama halk arasında bir türban gerilimi yok ki, benim her türlü giyinen arkadaşım var, bu elitist bir ayrım'' savunmam pencereden uçup gidiyor. Bi kere o ayrım toplumun içine sızınca (ki zaten biraz sızmadı mı), saflar çizilince iki kıyametten birisi: ya verilen özgürlüklerin geri alınıp hak etmeyenlerin (gene kadınların) cezalandırılması ya da giderek artan bir baskı rejimi (kadınlar üzerinde) ve bölünme. Offf her korku gibi açık açık yazınca daha bi somut hale geldi, geldi geldi de boğazıma çöktü. Bu aptal senaryolara pabuç bırakmazdım ben, neden şimdi daraldım ki? Bolşevik devrimini de küçük bi azınlık gerçekleştirdi... Biz çoğunluk olarak susuyoruz, yuhalamıyoruz, saf tutuyoruz, şiddetten beslenen her ideolojiden adamların yaydığı bu hastalıklı tarafımızdan nasıl kurtuluruz? Karanlıkta yolumuzu bulabilir miyiz? İncecik, kıl köprü üzerinde faşistlerin, terörist ayrılıkçıların, aşırı dincilerin mayınlarına basmadan didişe didişe, ama birbirimizi feda etmeden yürüyebilir miyiz? Ben biraz hava alayım...

Powered by ScribeFire.

17.9.07

Çizelgeleme Çabamız

Doktora öğrencilerinin ve dahi yeniyetme akademisyenlerin her iki-üç ayda bir karşılaştıkları manzara şudur: Temiz bir dosya kağıdı, cetvel, kalem, kırmızı kalem alınır; ince ince, özenilerek bir çizelge (haftalık program) yapılır; program saatlere bölünür ve öncelikle zorunlu işler olmak üzere yapılacaklar girilir; çizelge tamamlanıp görülecek bir yere konur. Tüm bu emekten sonra çizelgemiz birkaç gün içinde çekmecelere ve kitap aralarına kayar, sonra da ortadan tamamen yok olur. Geriye iki ay sonra bizi bulacak olan, önlenemez, daha güzel bi çizelge yapma isteği kalır. Bu durum zamanla sanal çizelge programları aramaya, çizelgeleri çıktı olarak basmaya, hatta çerçeveletmeye kadar gidebilir. Akademisyen zamanla çerçeve yapmamayı, organize olmak yerine kaos halinde hareket etmeyi öğrenir ve bu duruşunu ''Dolu bir masa dolu bir beyni işaret ediyorsa, boş bir masa neyi işaret eder?'' gibi veciz sözlerle gerekçelendirir.

Bu uçsuz bucaksız sarmaldan çıkmanın bazı yolları var gerçekten. Biri ve en basiti canı isteyince çalışmak. Ki, bu strateji, canın istediği zamanların sınav önceleriyle aynı zamana denk düşmesiyle birçoklarımızı doktoraya kadar getirir. Asıl sorun doktoranın son dönemindeki yapısızlıkla ortaya çıkar. Artık ne sınav ne de son gün vardır. Eğer danışmanınız da rahat biriyse sizi motive edecek hiçbir şey yoktur. İkinci bir strateji, tekrarlanan bir yapı varmış gibi davranıp, motivasyonu beklememektir. Yani hergün aynı saatte kalkıp aynı saatte çalışmayı zorunluymuş gibi görmek. Tabii bunun da zor kısmı denetleyenimizin olmaması... Yani rutine kendimizi tam da inandıramamamız. Burada bazı basit yöntemler etkili olabilir. Örneğin, hergün aynı saatte evden çıkıp başka bir mekanda çalışmaya başlamak, yoğun ve esnek günlerin birbirini takip etmesi, toplam haftalık çalışma saati belirleyip onun % 80'in altına düşmemek, bir telafi günü belirleyip çeşitli nedenlerle aksatılan programı o gün tamamlamak, ve de programa uyulan haftalar için kendinizi ödüllendirmek. Tabii bunlar gene teoride kolay gibi gözüken noktalar... Pratikte benim tecrübem haftalar arasında performans açısından gelgitler olduğu yönünde. Şimdi o gelgitleri önleyecek stratejiler üzerinde çalışıyorum, bu bitince kesin derse başlayacağım :))

Powered by ScribeFire.

Bir daha dünyaya gelsem MAC alırdım.

Hakkımda

Blog Arşivi